© Kimse Duymasın 2020

Siz Hiç Hapis Yattınız mı?

Hiç hapis yatmayanlar bilmezler nasıl bir şey olduğunu. Sadece okunan kitaplardan, izlenen filmlerden ya da belgesellerden bilirler hapis hayatını.

Cezaevleri her zaman soğuk ve ürkütücüdür. Ama hiçbir zaman boş değildir. İçinde bambaşka insanlar, birbirinden farklı insan hikâyeleri vardır. Sinop cezaevi de tarihi boyunca binlerce insana ev sahipliği yapmış ve duvarları da onlara dair izlerle doludur.
Diğer cezaevlerine göre Sinop’un zindanları karanlık, hücreleri öldürücüdür. Sinop’ta rutubetten taş hücreye atılan hükümlü, çok geçmez hastalanıp ölürmüş.
Aslında Sinop’u çok iyi anlatır, herkesin bildiği ezgi “Aldırma Gönül Aldırma” şarkısı. Yazar-şair Sabahattin Ali, Sinop’ta hapis yatarken malum sözleri eşine şiir olarak yazmış. 1932 yılında Atatürk’e hakaretten burada kısa bir süre yatmış, sonra onuncu yıl affıyla çıkmış. Pişmanlık gösterince öğretmenlik mesleğine devam etmiş. Pek çok kez hapse girip çıkmış, işsiz kalmış, geçim sıkıntısıyla ömrü geçmiş.
Burada yatan bir kişi daha var ki insanların ürpererek gezdiği Sinop Cezaevinde 15 senesini geçirmiş. Kim mi bu insan? O yılların canlı tanığı, günümüzün yaşayan çınarı Hüseyin Pehlivan. İdam mahkûmu olarak girdiği cezaevinden, 15 sene sonra afla çıkan Hüseyin Pehlivan’la o günleri konuştuk.  

Hüseyin Pehlivan’dan Cezaevi Anıları
12 Aralık 1953 idi. Babamı vuran adam cezaevinden çıkmıştı. O zaman Adnan Menderes gelince af çıkarmıştı. Katil 18 sene almıştı ama aftan istifade etti. Yani 3-5 sene içinde çıktı ve Yaykıl’a geldi. Üç ay sonra bir Cuma günü o da vuruldu. Babam da bir Cuma günü vurulmuştu. O vurulunca beni hemen içeri aldılar “Sen yaptın” diye. Kimse görmüş mü? Yok görmemiş ama dinlemediler. Sonunda beni attılar hapishaneye. Tabi o zamanlar ben kendimi müdafaa edemedim. Yani “Ben yapmadım, ben görmedim, başkası yapmış olabilir” şeklinde kendimi savunamadım. Sonra iki tane adam bulmuşlar, karakola getirdiler. Beni cezaevinden çıkartıp onlarla karşılaştırdılar. Bana cezaevi başçavuşu “Bu adamları tanıyor musun?” diye sordu. Bende tanımadığımı söyledim, fakat buna inanmadılar tabi. Netice 1954’ün şubat ayında “kan davasından” dolayı Sinop Cezaevine geldim. Mahkeme burada başladı, burada sonuçlandı. İdamla başladı, müebbetle bitti. İdam verdiler bana. Ben Sinop Cezaevindeyken 3 mahkûm asıldı.
Girdiğim zaman cezaevi çok karışıktı. İlk girdiğim zaman hiç unutmuyorum.  Akşam olduğunda bir şey getirdiler bana, çorba gibi bir şey. Birde yanında ekmek veriyorlar. Ekmeği bütün veriyorlar. Ekmeği kıramadım, açamadım, kesemedim, çok sertti. Bıçak da yok zaten. Arkadaşlara seslendim “Ekmeği açan var mı?” diye. Bir de ağaç kaşıklar veriyorlar. O zaman ağaç kaşık var, demir kaşık falan yok. Ağaç kaşıkla tepesini biri oydu. Ekmeğe batıra batıra. O kadar kuru ekmek. Kaç haftalık bilmiyorum. İçi böyle tarhana gibiydi. İçini oydu, epeyce oydu, o tarhana gibi şeyi çorbanın içine döktük, öyle yiyebilmiştik.
1966’ya kadar ben Sinop Cezaevindeydim. Ben yeni girdiğim zaman her belanın üzerine gidiyordum. Yani ceza verilince ve çıkış tarihin de olmayınca insanın gözü hiçbir şey görmüyor o zaman, çok yanlış bir şeymiş tabi. Sonra anladım ben onu. Gangster dediğimiz bir arkadaşım vardı, onun sayesinde düşüncelerim değişti. O bana kitaplar verdi. Cezaevinde çok kitap okudum. O dönemde Amerika’da “Kırmızı projektörlü haydut” diye bir suçlu vardı. Cezaevinde kaldığı sürece 11 defa gaz odasına gidip gelmiş. Bu adam “Ölüm hücresi” ve “Ben her sabah ölürüm” adında 2 kitap yazmış. Kitabında “Ben ortaokul mezunuydum” diyor. Ama içeride kendini geliştirmiş ve asılmadan önce yazdığı kitabını şöyle bitiriyor: “Hukuk hakkında avukatlarıma talimat veriyordum. Şimdi Amerika Birleşik Devletleri kendi kendini geliştiren hukukçuyu mu asacak, yoksa katilimi asacak.” Bende o kitapları okuyunca olgunlaştım, kendi kendime olgunlaştım. Önceki hareketlerimden utanır oldum. “Keşke öyle yapmasaydım” diye kendime çok kızdım. O şartlar altında zaten müebbet cezayı da kısa zamanda aldım.


Şimdi bakın, 1960 yılında ihtilal olduğu zaman benim cezam gene müebbetti, bitmemişti daha. Gazeteler yazıyor: “İdamlar, müebbetler hariç diğerleri affediliyor” diyor. Ben o zaman ne oluyorum? Saf dışı kalıyorum yani. Sonuçta gazeteler yazdı yazdı yazdı, ama biz hala burada çile doldurmaya devam ediyorduk. O zaman Türkiye’de isyan olmayan bir cezaevi kalmadı. Mahkumlar isyan ettiler af yapılmıyor diye. O zaman milli komite üyeleri vardı; Mustafa Suphi, Kadir Kaplan. Albayken, general rütbesine yükselttiler kendilerini. Oradan da emekli oldular. Buraya gelecekler dediler. Biz ne yaptık? Toplandık. Arkadaşlarla dedik ki: “Ortalığı velveleye vermeye gerek yok. Bağırmaya çağırmaya gerek yok. O yana bu yana saldırmaya, yani ayaklanmaya falan gerek yok.” Devlete nasıl karşı geleceksin? Devleti nasıl bastıracaksın burada? Neticede “Ne yapalım?” diye düşündük ve bir sözcü seçtik aramızda. Yaşar Özer Tekirdağlıydı. İçimizde liseyi bitirmiş tek tahsilli o vardı. Dedik ki “Yaşar sen sözcülük yaparsın”, “Tamam” dedi. Geldiler adamlar. Arkalarına bir manga asker takmışlar.  Tabanca bellerinde geldiler. Biz de toplandık böyle. “Merhaba arkadaşlar” dedi bize. Bizde ses yok. Hiç merhaba demedik. “Nasılsınız arkadaşlar?” gene ses yok bizde. Sonra adam “Ne istiyorsunuz?” diye bağırdı bize. Hemen Yaşar dediğimiz arkadaş 3 adım öteye çıktı. “Komutanım” dedi “Ben bunların sözcüsüyüm. Müsaade edersen ben anlatacağım” dedi. “Çabuk söyle ne diyeceksen” dedi. “Biz af istemiyoruz” dedi arkadaşımız. Şimdi af istemiyoruz deyince bu defa da bizim canımız sıkıldı. Peki niye toplandık biz buraya? “Af istemiyorsunuz da ya ne istiyorsunuz?” “Müsaade ederseniz anlatacağım” dedi. “Siz bir ihtilal yaptınız. Adına da beyaz ihtilal, ak ihtilal dediniz, kansız dediniz” dedi. “Dünyanın hiçbir yerinde ihtilal olup da af çıkarmayan bir devlet yoktur. Af bizim hakkımızdır, biz hakkımızı istiyoruz” dedi çocuk.  O zaman dedi ki “Af yapmak az bir şey mi? Düşünmek lazım, çok düşünmek lazım.”  “Çok düşünmek lazım tabi” dedi çocuk. “Merak etmeyin bir şeyler olacak” dedi komutan ve çekti gitti. Af kanunu meclisten geçti. Gazete yayın yapıyor “Müebbetler, idamlıklar hariç” diyor. En sonunda Ankara’dan gelen bir arabaya beni tanıyan biri Kudret gazetesi vermiş. Kudret gazetesi baş makaleye büyük puntolarla atmış, şöyle diyor: “İdamlıklar hariç, müebbetler af kapsamına alınmıştır”. O gazete buraya geldi bana, halen bilmem kimin gönderdiğini. Hemen gazeteyi aldım, koşa koşa geldim. Ya esas mı falan, neyse inşallah çıkar derken af kâğıdı geldi. Okunmaya başlandı. Okunmaya başlayınca idamlıklar hariç, müebbetler 24 seneye indi diye ilanı yaptı. Ben o zaman koşa koşa gelmişim arkadaşlara: “24 seneyi güne gün yatarım” diye bağırmışım içerde ben. 24 sene güne gün yatılır mı? Önce hiç yoktu ya, yatılır tabi. Böylece 24 seneye indi benim cezam. 20 yaşımda girdim, 15 sene sonra tahliye oldum. 35 yaşımda çıktım.
Görüş saati 10 dakikadır. Görüş bittiğinde gardiyan düdüğünü çalar, fakat görüşe gelenler oradan ayrılamazlar. O zaman da gardiyan seni görmeye gelenleri itekleyerek götürür. Hani sen bir baktı diye adam öldürmüştün ya. Orada gardiyan onu iteklerken bir şey yapamazsın. Bu insana o kadar acı verir ki anlatamam.

Dut Ağacı
“Dış bahçe” denilen yere mahkûm olduğum zamanlar bir dut ağacı dikmiştim. Dikmek için müdüriyete, müdürlüğe yazı yazman lazım. “Maruzat” deriz biz ona. Yazı gider müdürün önüne, müdür bakar: “Hüseyin Pehlivan yazı yazmış!” Cezaevinde birçokları da “Yazar” derdi bana, öyle çağırırdı beni. Müdür beni çağırıp:  “Yazı yazmışsın, söyle bakalım ne istiyorsun?” dedi. “Sayın müdürüm, ben bir dut ağacı dikmek istiyorum” dedim. “Nereye dikeceksin?” dedi.  “Neden, ne yapacaksın dut ağacını? Yani dut ağacı büyüyecek, dut verecek, herkes bunun dutundan yiyecek, sana dua edecek öyle mi? Senin müebbet cezan bitecek, ondan sonra sana dua edecekler öyle mi?” dedi. “Öyle” dedim.
Tabi bu olay 1959’da oluyor. Ben: “Müdür Bey öyle değil. Aslında hem öyle, hem de başka anlamı var.”. “Başka ne anlamı var?” dedi. Ben de “Bu dut ağacı büyüdüğü zaman 20 sene, 30 sene, 50 sene sonra, neyse kaç yıl sonra olursa olsun, büyüdüğü zaman buraya gelen mahkûmlar diyecekler ki; bu dut ağacını diken kişi idamdan kurtulmuş, müebbet cezaya çarpılmış. Müebbet cezayı da bitirmiş çıkmış buradan diyecekler.  Bu şekilde teselli kaynağı olacak onlar için. Ben bunu düşünüyorum. Daha ümidimi yitirmedim. Ben bir gün çıkacağım buradan. Hiç ümidimi yitirmedim.” dedim. Öylece durdu ve dedi ki: “Peki dış bahçenin bir yerine dik.”. Ben de buraya gelip ağacı diktim. Önceden ağaçta bir tabela vardı benim diktiğime dair. Şimdi kaldırmışlar, yazmıyor. Bu dış bahçede gördüğünüz ağaçların çoğunu da mahkûmlar dikmiştir.
Eşimi Son Görüşüm
Ben eşimi cezaevindeyken kaybettim. O zaman apandisti varmış, hastaneye getirmişler. Annem geldi ziyaretime “Gelini getirdim.” dedi. “Nesi var?” dedim. “Apandisti varmış,  buz torbası koydular.” falan dedi. “Anne çocuklara bakacak kimse yok, sen git.” dedim. “Ben giderim oraya.” dedim.  Ertesi gün doktora çıktım durumu anlattım. “Hasta değilim, ama beni oraya gönderebilir misin?” dedim.  “Hasta sıfatıyla gönderirim.” dedi ve gönderdi. Gittik oraya, beni aldılar muayeneye. Doktor masada oturuyor, ben ayaktayım, jandarma yanımda. Dedim ki “Doktor bey ben hasta değilim.”. Rahmetli birden sinirlendi ve “O zaman niye geldin?” dedi. “Müsaade et anlatayım.” dedim. “Hasta değilsen ne işin var burada? Neden geldin?” dedi. Ya doktor beni dinlemiyor. Ben anlatacağım ama dinlemiyor beni. “Müsaade et anlatayım.” dedim. Sonunda “Söyle bakalım, ne diyeceksin?” dedi. “Efendim eşim burada ameliyat olacakmış. Apandisit ameliyatı varmış, onu görmeye geldim. Cezaevi doktoruna da anlattım aynı şeyi. Aynı ona anlattığım gibi sana da doğruyu anlatmamı söyledi. Bende sana doğruyu söyledim işte.” dedim. “Eşimi göreceğim” dedim. “Burası görüş yeri değil. Alın bunu dışarıya, alın götürün.” deyince ben direndim tabi. Neden direndim? Onu razı ederim, eşimi görebilirim diye. “Şöyle bir kapıdan göreyim.” dedim. “Yok, alın götürün.” dedi. Neticede razı edemedim. Bir adım ileri şöyle uzandım: “Doktor bey insanlık adına, Allah aşkına. Bir kere kapıdan bir göreyim.” dedim. “Ya şu adamı alın başımdan.” dedi. Dışarı çıktığımda bir hasta bakıcı ile karşılaştım. “İçeride yatan hastanın beyi misiniz?” diye sordu. Bende “Evet” dedim. “Ben size yardımcı olabilirim.” dedi. O ara askerler beni aldılar, mahkum nakil aracına bindirdiler. Hasta bakıcı eşimin koluna girmiş camdan bakıyorlardı. Bende aracın içindeydim. Eşimi orada son kez aracın içinden gördüm. Sonra vefat etti.

 “Zindan”
Zindan, insanların Sinop Cezaevini gezerken en çok ürperdiği yer. Hüseyin Pehlivan burada 5 gün kalmış ve o günleri şöyle anlatıyor:
Zindana, hapishanede kavga edenleri, kumar oynayanları ve suç işleyenleri atıyorlardı. Yani durup dururken kimseyi buraya koymazlardı. Burada bir mahkûm 3 gün, 4 gün, 5 gün kalır. Mahkumu 1 haftadan fazla buruda bırakmazlar. Şimdi benim hikayeme gelince; benim Boyabatlı bir arkadaşım vardı. Bu kişi tenekeyle su satardı. Yani affedersiniz hamamcılara su falan veriyordu. O gün bende bir teneke su istedim ondan. Suyu sıra ile veriyordu. Tabi bekledim bekledim gelmedi. Gelmeyince merak ettim ne olduğunu araştırdım. Meğer beni bırakmış hemşerilerine vermeye başlamış suyu.  Yani orada hemşerilerine kıyak yapmış. Bende bu durumu görünce dayanamadım. Tabi gençlik de var o zaman. Tutamadım kendimi kalktım bir yumruk vurdum. Başka bir şey değil,  bir tek yumruk vurdum. Tabi bu durur mu? Hemen müdüriyete gitti. Beni şikâyet etti. Beni getirdiler zindana attılar. Beş gün burada yattım. O zamanlar burada ne ışık var ne ısınmak için bir şey var. Her yer kapalı, içerisi hiçbir yerden ışık almıyor. Zifiri karanlık var. Benim burada kaldığım zaman tuvalet de ortadaydı. Buradan lağım fareleri çıkardı sürekli. Karanlıkta göremezdim ama patır kütür oradan oraya dolaşırlardı, sadece seslerini duyardım. Fareler açıkta bir yerin kaldığı zaman ısırırlardı. Ben de kendimi onlardan korumak için kenara çömelirdim, paltomu kafama çeker o şekilde otururdum. Tabi içeride oturmaya da yatmaya da bir şey yoktu. Mecbur bir köşede beklerdim. Netice de burada 5 gün kaldım, 5 gün sonunda beni buradan çıkarttılar.
İnsanın yaşadıklarını unutması kolay değil. Özellikle Ceza evinde geçen 15 yıl anlatmayla bitmiyor. Cezaevinin her bir yerinde hatırası olan Hüseyin Pehlivan, o günleri bize 4 saat gibi bir sürede anlattı. Röportajımızı bitirip Cezaevinden çıkarken Hüseyin Pehlivanın gözüne görüş odaları takılıyor. Duruyor, burayla ilgili bir anısını anlatmak istediğini söylüyor ve anlatmaya başlıyor;
-    Görüş saati 10 dakikadır. Görüş bittiğinde gardiyan düdüğünü çalar.Fakat görüşe gelenler oradan ayrılamazlar. Tabi mahkumlarda ayrılmak istemezler. O zaman da gardiyan seni görmeye gelenleri itekleyerek götürür. Hani sen laf attı diye, bir baktı diye adam öldürmüştün ya. Orada gardiyan onu itekleyip götürürken hiç bir şey yapamazsın. Bu insana o kadar acı verir ki anlatamam.” diyor
Sonra Hüseyin Dayımız sözlerini kendi yazdığı bir dörtlükle bitiriyor,
“Karanlıklar mahkumun süt veren öz annesi,
Onda sevinç ne gezer viran olmuş hanesi
İsterim ki arkadaş, uyu ızdırabın çok ağır
Yeter feryat ettiğin, bu duvarlar sağır”

Röportaj ve fotoğraflar:
Hasan DORUK /Sinop

 

 

 

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER