Hayat yoğun bir şekilde gidiyorken, bir akşam haberlerinde, Wuhan kentindeki salgın haberini duyduk. Uzaktaydı ama gelebilirdi bu çağda, hem de hızlıca.
Öyle de oldu. 11 Mart günü ülkemizde ilk vaka tespit edildiği söylendi. Hastalığın adı Covid-19 olarak kabul edilmişti. Çin’in dışında 113 ülkede de zaman içinde görüldü. Birçoğu sağlık çalışanı olmak üzere, çok sayıda insan kaybettik, ne yazık ki.
Gripten başlıca farkı, solunum sistemini mahvetmesiydi. Ondan çok daha öldürücüydü, hem de. Hasta veya taşıyıcı insanlardan hapşırma, öksürme, konuşma, bağırma, yani damlacık yoluyla en çok bulaşıyordu. Kısa zamanda bunları öğrendik ve “yaşam eve sığar” sloganıyla maske, mesafe, temizlik her şeyden öne geçti.
Yaşam eve sığar mıydı gerçekten? İnsanlar toplumsal varlıklar çünkü. Balkon, teras güzellemeleri çok uzun sürmedi zaten. Kendimize okuma, çalışma, dinlenme saatleri yaptık, evden çalıştık ama dışardaki hayat da halâ tüm gürültüsüyle sürüyor. Teyzelerin balkon sohbetleri, sokak aralarında amcaların tabure üzerindeki yüksek sesli şikayetleri bile hiç dinmedi ki.
Yeterince ideal olmayan evlerimize kapatılmak değildi pandemi gerçeği, çünkü.
Açık havada mesafeli oturabileceğimiz çay bahçeleri, kahvehaneler, gezebileceğimiz havadar, yeşil, sağlıklı sokaklar, kent parçaları bulmak ne kadar zor artık. Onu fark ettik yeniden. Tek tük varsa da, bir gökdelen veya cami ya da özel tüketim yeri vb. şeylerle işgal edilmiyor mu hep? Deniz kenarları da öyle. Bir kesimin amacına hizmet için değil, tüm yurttaşların kullanımına açık alanlar olması ve öyle korunması gerekir kesinlikle.
Kent mekânlarında, kentin ruhuna aykırı işlere girişmek de bir şiddettir aslında. Günden güne yaşam alanlarımız daraltılıyor. Bir mimar olarak kahroluyorum. Bu pandemi daha çok okuyup daha çok düşünmeyi sağladı, yalan değil. Bununla birlikte daha mutlu olamıyoruz, tabii ki.
En çok üzüldüğümse, maalesef toplumda da insanlık değerleri açısından bir çürüme var. Bir grup insan bugünün konforuyla ilk insanlar gibi yaşamak istiyor. Kanunları ve medeniyeti kazanmaya engel gören hasta bir zihniyet bu. Her şeye sahip olma hırsı virüsten betermiş meğer.
Nezaket yok, incelik yok, kural yok, insanlık yok. Medyada kanunsuzluklar konuşula dursun, kaçak kat çıkar mıyım, şu dar sokağa market yapar mıyım, hak etmediğim kadroya yerleşir miyim diye düşünen ve uygulamaya çalışan büyük bir kitle var. Orman kanunu hüküm sürüyor.
Bizler çeşitli safhalardan geçip, gerileme dönemine mi girdik acaba? Acaba iyiyi, doğruyu belirginleştirip, medeniyetin neden önemli olduğunu daha yüksek sesle mi konuşmalıyız? Yetenekli, dürüst, namuslu ve faydalı olanın öne çıkmasının ne kadar muhteşem bir şey olduğunu, aksi takdirde bu durumun, iyinin yok olduğu bir cins soykırıma dönüşeceğini, bağırarak mı ilan etmeliyiz, anlatmalıyız dünyaya?
Gerçekçi dönemde “Düşünüyorum öyleyse varım” demiş Descartes. Şimdi bir gerçeküstü dönemden geçiyoruz ya, yeni sloganımız; “inanıyorum ve yapıyorum, öyleyse haklıyım”
Umuyorum ki, dengemizi bilim insanları sağlayacak, en başta. Objektif kanıta dayalı bilgi çok değerli, çünkü. Pandemide sadece geniş kitleler bilime merak duymakla kalmadı, bilim de popüler olma yolunda bir adım attı. İkinci olarak, kişiler de gerçeği, mutlak gerçeği öğrenmeye çalışmalı. Sosyal medya aslında bilgiye erişimi hızlandırdı ama çok kirli bilgi de var oralarda, doğruyu da saklamaya neden oluyor, maalesef. Bilim, ‘bilim-kurgu’ oluyor sonunda, biraz.
Sonuç olarak; diliyorum, bilim adamları virüse bir çare bulacaklardır zaman içinde ama çürüyen insanlığa nasıl çare bulabileceğiz acaba?
İnanmamız gerekiyor bir çözüm olduğuna, en başta akıl sağlığımız için.
İnanıyorum ben de.
“Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey”
Yorum Yazın
Facebook Yorum