SEVGİ MOLVA
Uygarlık, “bir toplumun maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tümünün toplamıdır” deniyor genelde.
Günümüz uygarlığını ise, “çağdaş insan düşüncesinin ve duyarlılığının, yaşam, doğa ve evren bağlamında ulaştığı düzeydir” diye tanımlıyoruz.
“Uygar” sözcüğü, yerleşik hayata ilk geçen Türk kavimi olan Uygurlardan gelmektedir. Kent dediğimiz yerleşmelerde ortak yaşam gereği oluşan düzene “uygarlık” dendi.
Uygarlığın gelişmesinde; buzul devirlerinin sona ermesi, iklim koşullarının düzelmesi, ateşin bulunması, verimli tarım alanlarının keşfi, yerleşik hayata geçiş, önemli su kaynakları, farklı toplumların etkisi, yer şekilleri, korunaklı limanlar gibi etmenler etkili olmuş. Geçmişte Kuzey Afrika’da “Mısır”, Anadolu Yarımadasında “Akdeniz”, Asya Kıtasında “Hindistan, Çin, Mezopotamya”,Orta Amerika’da “Aztek, Maya” ve Güney Amerika’da “İnka” uygarlıkları oluşmuştu. Aztek, Maya ve İnka uygarlıklarının etkisi günümüze kadar gelemedi. Günümüze kadar geldi demek için, toplumların özgün gelişmelerinin, insanlığın ortak kazanımlarına katkısı gerekiyor.
Çağdaşlık ise; zamandaş, asri, muasır, modern olmak ve aynı zaman diliminde yaşamaktır ve şimdiki zamana uygunluğu anlatır. Çağdaşlık kavramı; 19.yüzyıldan itibaren bizimle(Osmanlı) Batı(Avrupa) arasındaki ilerilik-gerilik farkları, kıyaslamaları bağlamında düşünce ve politik hayatımıza yerleşmiş.
Türk toplumu Batı ile olan ilişkilerini (özellikle sosyokültürel bakımdan) bir türlü gerçekçi, sağlıklı bir zemine oturtamadığı ve Batı’yı yanlış algıladığı için “çağdaşlık” kavramı da yanlış anlaşılmış, bu konuda “amaç”la “araç” da birbirine karıştırılmış.
Çağdaşlık öncelikle bir üretim ve yöntem konusu, tüketim meselesi değil. Bu temel yanlışlık, Türkiye’deki bütün çağdaşlaşma süreci boyunca devam etmiş. Entelektüel kavgalarının, kültürel ikiliklerin, halk ile devleti yöneten kadrolar arasındaki gerilimlerin temelinde bu yanlışlık bulunmakta.
Son yüzyıllarda “Batı uygarlığı” dediğimiz uygarlık; düşünsel, bilimsel, teknolojik, ekonomik, siyasal özellikleri, olanakları bakımından açık ve net olarak üstün duruma gelmiştir. Her toplum, uygarlığın yarattığı düşünsel ve teknolojik birikimi, yöntem ve araçları kendi ülkesine taşımaya, bu değerlerin yaratıcı bir ortağı olmaya çaba göstermeli tabii ki.
Çağdaş olmak, öncelikle biçimsel bir değişme değil, özde, içerik bakımından bir değişmeyi ifade eder. Yani çağdaş bir hayat ve anlayış, yeni bir yöntem değişikliği demek. Bu da öncelikle, kullanılan teknolojide, üretimde, dolayısıyla zihniyetteki değişmeleri kapsıyor. Örneğin kullandığımız üretim araç ve teknikleri ve bunları yaratan zihniyetimizi değiştirmediğiniz sürece, günlük yaşantınızı, tüketim davranışlarımızı değiştirmekle çağdaş olamayız.
Teknoloji gibi maddi kültür değerleri; kolay ve hızlı değişmektedir. Din, zihniyet, gelenek ve görenekler gibi manevi kültür değerleri ise çok zor ve ağır değişmekte, kuşakları kapsayabilmektedir. Somut, rasyonel, nesnel, evrensel ve herkes için pratik fayda sağlayan unsurlardan oluşan teknik değerlerde geriye dönüş söz konusu olamaz. Her yeni teknik, eskisini siler süpürür doğal olarak. Ancak sosyal değerler alanında bu ilke geçerli değil. Burada “yeni” ve “eski” kavramları farklı biçimde değerlendirilir ve bunlar uzun süre birlikte olurlar.
Çağdaş insanı ve toplumu şekillendiren ana öğeler, düşünsel, bilimsel, teknolojik, ekonomik değişmelerdir. Bunlar da mevcut ideolojik yapıyı, siyasi düşünce ve kurumları, tüm sosyal yaşantıyı, insan ilişkilerini baştan aşağıya değiştirmiştir.
Bir kişinin yönetim bakımından demokrasiyi savunması, bilimsel ve teknolojik gelişmelere buluşları uygulaması, çağdaş üretim tekniklerini kabul etmesi, her türlü bireysel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi yönünde tavır alması, eğitimde fırsat eşitliğini onaylamasını çağdaş davranışlar olarak ifade etmek mümkün.
İnsanların ne ve kim olduğuna, etnik, cinsel, dinsel vs. doğuştan kazandığı özelliklere değil, ne yaptığına, işlevselliğine, yarattığı katma değere bakılmalı.
Çağdaşlaşma sürecin siyasi boyutunda, bireysel hak ve özgürlüklerin, eşitlik anlayışının gelişmesi, her türlü demokratik örgütlenmeler, uygulamalar var.
Bu çerçevede din ile devlet ve diğer sosyal kurumlar arasındaki ilişkiler yeniden düzenlenmiş ve sonuçta “laiklik” ilkesi geçerli olmuş. Kanun devleti yerine, hukukun üstünlüğü esas alınmış. Her türlü sosyal-sivil örgütlenmelerin teşvik edilmesi, bunları kısıtlayan engellerin ortadan kaldırılması da bunun içinde.
Kentleşme başarıldığında, sanayi ve üretim arttıkça, insanların eğitim düzeyi yükseldikçe, yani toplum dönüştükçe, zararlı hâle gelmiş bazı gelenekler de değişecektir. Bu durum bize şunu da göstermektedir: Toplumun sosyoekonomik yapısı, ona uygun insan ilişkileri değişmedikçe, “haydi çağdaşlaşalım, örneğin kan davasını ve evlilikle ilgili törelerimizi değiştirelim, bundan böyle şu şekilde yaşayalım” demenin sosyolojik açıdan faydası yok.
Sonuçta, uygarlığın öğeleri bugünün sınırsız iletişim ortamında herkese sunuluyor. Eşyalar, maddi şeyler uygarlığı tanımlamıyorlar tabi ki.
Günümüzde uygarlığın en ilk aşamasında yasayan, çağdaş olamamış hala milyonlar var, bu da çağımızın utancı galiba.
Yorum Yazın
Facebook Yorum